Suskunluğun Gramer Kuralları

Odamı hemen hemen dolduran geniş yatakta, kollarımı iki yana doğru biraz daha açtım ve sustum! Konuşkan bir suskunluktu benimkisi, anlaşılabilse kim bilir ne kadar da çok şey anlatırdı.

İstanbul çok iyi anlıyordu benim suskunluğumu, çünkü o da suskunluğa mahkum edilmiş güzel bir prensestir, dudakları vardır ama konuşamaz, konuşursa yutar evleri, gemiler durmadan karşı kıyıya ceset taşır. Konuşursa, acıtır insanların canlarını. Suskunluk ebediyete kadar kaderidir onun, onun adı İstanbul, suskunluğun ne demek olduğunu en iyi o bilir!

Uzattım yapayalnız yattığım geniş yatağa kollarımı, ve her intihara karşı teyakkuzda beklettiğim gözlerimi tavana diktim. Suskunluğum, beklenmedik bir doğum sancısı gibi saplandı içime ve gözlerimden bir damla yaş süzülüverdi yanaklarıma…

Ben ne zaman susmaya kalksam, bakire intiharlar çiftleşiyor –miş’li gelecek zaman serserisi bakışlarımda. Ölümler, bir bitiş olmaktan çıkıp aniden yeni ve daha hiç tadılmamış bir yaşama dönüşüveriyor ıslak gözlerimde ve gözlerimden süzülen yaşların sesi çığlıklarımla düete tutuşuyor, yeni bir şafak beklerken tüm şehir alacakaranlık içerisinde.

Kimse ama hiç kimse duymuyor attığım bu çığlıkları; bir tek İstanbul duyuyor! Duyan rüzgâr kaçıyor, duyan zebaniler bile uzaklaşıyor şehrin semâlarından! İstanbul her sabah yeni bir güne daha uyanırken, martıların hüzün kokan sesi karışıyor, hasretin sağlam surlarına isyan bayrakları diken bu çığlıklarıma.

Sıyrılıyor acı dolu son bir çığlık daha her sabah şafağın gölgesinden ve usulca kırmızıya dönüyor acının rengi Üsküdar semalarında. Acıya bulanmış uzun bir gece daha bitiyor. Ben yine sessiz, çaresiz ve avuçlarım kan içinde… Avuçlarımdaki kanı her sabah gizlice İstanbul süpürüyor, ben uyurken o alıp Boğaz’ının serin sularına karıştırıyor avuçlarımda biriken kanı. O kanın bir damlası bile tüm Boğaz’ı kıpkırmızı bir ruj gibi boyuyor her sabah.

Ben ne zaman susmaya kalksam, sen, o lanet olasıca cadı, odama geliveriyorsun. Düşüncem, iç sesim sustuğunda bambaşka bir boyutta seninle randevulaşarak, durmadan attığım o sessiz çığlıklara kefensiz gömülüyorum. Bulut bulut açılıyor bulanık bakışların odanın orta yerinde ve bulutlar duru birer duman olup burkuyorlar yüreğimi!  Hasret gibi ince, hasret gibi soğuk ve hasret gibi ölüm kokusuna bulanmış kapkara topraklar atıyor kırmızı kanatlı melekler kendimi diri diri gömdüğüm aşk denen çocuk mezarlığına. Bunu bir tek İstanbul görüyor, bir tek onun bilekleri kanıyor bu acının şiddetiyle!

Giderek daha da artıyor yokluğuna inat sevgim. Galiba sana olduğumdan daha çok aşığım yokluğuna, beni yalnız bırakmana, hasretlere, intiharlara, durmadan burnumu deviren bu acımtrak Azrail kokusuna… Şizofreni dipsiz bir girdap, sürekli içine çekiyor beni. Suskunluğum gitgide artıyor ve gitgide daha da anlamsız bir paranoyaya dönüşen korkularım, merdivensiz bırakıyor beni suskunluğun kör kuyularında. Melankolik yanım gitgide şizoidleşerek bir deli suskunluğa dönüşüyor… Susuyor… Susuyorum…

Susuyorum, ölür gibi susuyorum. İntiharımı geciktirme çabası bu, “Sen belki bir gün beni seversin!” in tam Türkçe çevirisi. Bir kaçış bu! Her şeyden… Herkesten! Ama en çok da beni ben yapan senden… Korkuyorum, konuştuğumda kasırgalar kopacak sanıyorum ama ben sustukça sürekli merkez üssü yaralı kalbim olan büyük çaplı depremler oluyor ve duygularımın enkazı altında kalıyorum. Beni şizofreni denen bu enkazdan sağ çıkartabilecek tek gücün konuşmak olduğunu bile bile susuyorum. Sustukça duygularımın ağır enkazı altında ezilerek can çekişiyorum. Öylesine susmuşum ki, kendi iç sesime bile yabancılaşmışım.

Deliler gibi istesem de konuşmayı, sırf onların planları bozulmasın diye, konuşmamayı bana kabullendirdiler. Susmam yetmedi onlara, beni ben yapan düşlerime bile barikatlar kurdular. Sevmeme bile izin vermediler, sevsem de bir türlü söyleyememe neden oldular. En çok ihtiyacım olan şeyi; cesaretimi, benden çaldılar. Kendimden bile nefret etmeme neden oldu onların kokuşmuş, sevgiye düşman, biyonikleşmiş istekleri.

Peki kimdi onlar? Kimdi bu kadar ağır itham cümlesinin içinde çoğul gizli özne olarak yer alan canavarlar?

Onların adı yoktu, yazmazdı hiçbir yeşil reçetenin altında diploma numaraları! Onların yüzleri yoktu ve beyaz gömleklerine hiçbir şizofrenin gözlerinden fışkıran kan sıçramamıştı!

Onların adı yoktu, cellatların hepsinin yüzünde maske vardır çünkü ve tarihte bilinmez hiçbir celladın gerçek adı! Bu yüzden adı yoktu onların, kimileri psikiyatrist der onlara! Hepsi bu!

Her şeyim hiçbir şeyim oldu artık, hiçbir şeyim ise her şeyim. Hiçliğin sonsuzluğunda derin mi derin bir çukur ve hatta kara delik oluyor hasretin. Durmadan kendi içime gömülüyorum; yırtık kolilere doldurup, durmadan kendi içimdeki çocuk mezarlığına taşıyorum düşlerimi! Hiçbir şey beni “hiçbir şeyin” korkuttuğu kadar korkutamıyor. “Hiçbir şey” suskunluk demek çünkü ve suskunluk herkesten habersiz ölümle eşitlenir benim daracık beyin damarlarımda.

Aylardır durmadan uğraştığım sorular, uzun oldukları kadar cevapsızlar da. Her cevapsız kalan soru biraz daha arttırıyor içimdeki gereğinden fazla korkuyu ve ben korktukça müebbet bir cevapsızlığa mahkum oluyor içimdeki tüm sorular. Ne denizi galeyana getiren gözyaşlarımdan utanıyorum, kabuslara kesin dönüş yaparken düşlerim, ne de intihar etmekten çekiniyorum, infilak ettirirken sahilleri gizli saklı şiirlerim!

Ölmemeye çalışıyorum aslında, içine düştüğüm bu kör melankoli çukurlarında. Aşk beni öylesine yaralıyor, beni kendi benliğimden öylesine uzaklaştırıyor ki, çektiğim acıların üzerine amansız bir fay hattı çizdiği dudaklarımın arasından kendime bile yabancı sözcükler dökülüyor. Aşk sandığım, acılar sandığıma koyarak adına “aşk” dediğim şizofreni, aç bir sülük gibi durmadan emiyor kanımı. Ve anlayamıyorum artık hiç kimseyi, hiçbir şeyi, kendimi bile anlayamıyorum. Bu yüzden susuyor… Susuyor… Susuyorum!

Yorum bırakın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Scroll to Top