Evrenin en görkemli Mayıs’ı yerini yazın uzun ve sıcak günlerine bırakırken, aniden bir uğultu fışkırmaya başladı, gözbebeklerimizin fay hatlarından…
Gümbür gümbür küfürler yağdırıyordu gece içimizde gizlemeye çalıştığımız çocuğa… Sen, küçük bir kız çocuğuydun daha ayrılığı, “Evcilik bitti!” sanan! Ben, büyümekten ölesiye korkan bir çocuktum terk edilmeyi “ilk kez” tadan!
Senden arta kalanları nasıl taşısın şimdi bu şehir?
Şiddetli bir geçimsizlik sonucu boşanırken ince,mağrur yağmur kara buluttan, Aşk ile İntiharın nikahını kıyıyordu çaresizce yollara vurduğum bedenimi ıslatan sırılsıklam bir aşktan arta kalan tek yalan! Yürüdüm,hızla süzüldüm insanların arasından Üsküdar kan kusuyordu kaldırımlarından! Soluk soluğa çöküverdim sahilde avuçlarımda mavi dumandan bir yalan!
Islak bir kibritle yakıp sigaramı baktım deniz’e uzun uzun… “Sevmişsin sen…” dedi yanıma yanaşan bir çocuk ”gözbebeklerindeki kandan belli! Sevmişsin sen; bu kan damlaları tıp literatürüne aşk semptomları olarak geçti!”
Aylar sonra Mayıs’ın görkeminden, umuda en çok ihtiyacım olduğu anda sen; bir sepet aç yengeç gibi döktün ayrılığı kanayan avuçlarıma… Gittin, bana koskoca bir Mayıs bırakarak! Gitmene neden olan korkuların değil miydi seni geceler boyunca ağlatan?
Gitmek için neden tekti; kalmak içinse milyonlarca… Gittin! Avuçlarımdan mürekkepler damladı pembe gül tadında defter yapraklarına… Gidişine isyan eden bir tek ben miydim? Oynamadı mı yer yerinden? Söyle! Aniden yıkılan uygarlıklar gibi yıkılmadı mı şehirler? Çıldırmış bir erozyon olup, yamaçlardan uçuruma yuvarlanan taşlar gibi aktım, aktım, “Hayat” dediğim gözbebeklerinden içeri… Sen, durmadın! Gittin!
Gözbebeklerinde kandan kurulmuş ayrılık kentleri ile dümen kırdın belki de yeni bir sevdaya… Ben tımarhane hikayeleri anlatırken korkak gece matemlerine!…
O görkemli Mayıs sabahında kuytu okul koridorlarında yaktığımız ateş başa çıkılmaz bir yangın olmuştu artık! Alevler yalıyordu saçlarımızı tatlı meltemler yerine ve ben, elinde gözyaşlarından başka suyu olmayan cengaver bir itfaiye eriydim sen benzin bidonları boşaltırken gözbebeklerime!
Hüzünlü bir “Ayrılık” şarkısını ilk kez o gün dudaklarından duyduğumda emindim şehirlerin yıkılacağından, İstanbul’u feth eden Fatih kurnazlığıyla fethettiğin kalbimin tüm surlarının darma duman olacağından!Giderken götürmeyi unuttuğun tek şey bendim… Korkularımıza yenik düşerdik çoğu kez, etrafımızı çepe çevre saran alevlerden korkardık! Aşktı bu, bizi akrep misali intihar etmelere sevk eden keder!
Mayıs aşkları hep ölü mü doğardı? Yoksa en zor doğan çocuklar hep “en güzel” olanlar mıydı? Bunu hiç öğrenemedik!
Sen dudaklarına matemden rujlar sürdün, o, ayrılığı bir iç savaş haberi getirir gibi getiren acılı Temmuz sabahında!… Bense kanlı rimeller çektim kirpikdiplerime yapışıp kalmış acılara! Ve sonunda sen de gittin!
Seni ben gönderdim! Sanki sen öldün, öldün de sanki üstünü ben örttüm!
Bir sabah vakti, daha yeni yeni terk ederken denizi yakamoz ve deliler gibi öpüşürken İstanbul kalabalıkla, gittin!
Sen, hiç kurulmamış hayallerini terkedilmiş bir çocuk bahçesinde sallandırırken, ben İstanbul’un orta yerinde “yakartop” oynadım hasretinle !
Ve sokaklar bomboştu, tüm insanlar yapayalnız! Sokaklarda gümbür gümbür mehteran bölükleri, yeni bir ülke fethetmiş gibi cirit atıyorlardı! Caddeler ıssızdı, kaldırımlar yapayalnız! Ve ben yokluğunun çift şeritli otobanlarında ölüme direksiyon kırdım son sürat!Senden miras kalan kırık dökük bakışlar Ve hiç söylenmemiş yalanlarla nasıl direnilirdi ki içimde çıkan yangına?
Sen; prematüre aşklarımın eğik başlı küvezi! Sen olmadan, ölü doğan aşklarımı nasıl yaşatabilirdim ki?
Gidişine kurban verdim bu yüzden La minör’den Re majör’e akan tüm melodileri, şizofrenik bir evrende yalnız, yapayalnızdım… Bitmek bilmez geceler boyunca tüm meleklere “Sadece ikimizin bildiği” aşk masalları anlattım!
Belliydi biteceği… Ölü toprağı serperek yıkamıştım o sabah yüzümü! Kırık dökük aynalara küfürler etmişti gözbebeklerim… Acı bir sigara yakmıştım o sabah uyanır uyanmaz, tütün yerine saçlarının kokusunu sardığım…
Oysa biteceği biline biline başlanmış bir aşk hikayesi değildi ki bizimkisi… Aniden büyük bir yangın çıkmıştı yalnızlıktan kanayan gözbebeklerimizde… Sarhoş elişi kağıtlarından yaptığımız mavi gülleri korka korka denize atmıştık… Batacaklarını bile bile çocukça bir heyecanla, yüzebileceklerine inanmıştık…
Ve gerçekleşti beklenen son, Ayrılık, zehirli bir ok gibi saplandı “Ulubatlı Hasan” bakışlarımıza… Sen, duyulmamış küfürler ederken şiir ekselanslarına ben, bir paratoner gibi gerdim göğsümü daha hiç tadılmamış bakire intiharlara!
Yetim aşklar kreşi kalbim, ve sen değil miydin sanki zehirleyen içimdeki her aşkın anasını, babasını!
Şimdi ne bir galibi var senle başladığımız bu yalanın ne de boynu bükük bir suçlusu! Git bu yüzden! Git gidebildiğin yere… Dudaklarından bir yudum yakamoz süzülsün, ve kurduğumuz düşler akıp gitsin parmak uçlarındaki gizemde…
Sen git, La Minörden Re Majör’e aksın yine tüm söylenmedik melodiler… Ve tüm menenjitli neyzenler, ayrılığı üflesinler çatlamış gözbebekleriyle…